2002 KISA FİLM YAZILAR - HABERLER

İçeriğe git

Ana menü:

2002 KISA FİLM YAZILAR

YAZILAR
 

HİLMİ ETİKAN -  MİTHAT ALAM FİLM MERKEZİ
SÖYLEŞİ
    
H.E: Genellikle kısa film söyleşilerinde önce “Kısa film ne?” sorusuyla başlanır, isterseniz biz de öyle başlayalım.
Sinema kısa filmlerle başlıyor. Lumiere kardeşlerin ve diğerlerinin filmlerinin formatları kısa. 5 dakikalık, 3 dakikalık filmler. Ama bunların kısa olması sinemasal anlayıştan kaynaklanmıyor elbette. Sinema yeni başladığı, malzeme sınırlı olduğu için kısa filmler ve kısa belgeseller çekiliyor. Seyircide daha önceden yerleşmiş bir tiyatro alışkanlığı olduğundan, ticari sinemalar oluşmaya ve filmler ticari sinemalarda gösterilmeye başladığında filmlerin süreleri, tiyatro izleme alışkanlıklarına uyduruluyor ve  genel olarak bir saat yirmi dakikalık bir formata yerleştiriliyor. Daha da uzun ya da daha kısa olmasına ilişkin denemeler yapılıyor. 30-40 dakikalık filmleri izleyicinin kısa bulduğu, çabuk bittiğini düşündüğü görülüyor. İki-iki buçuk saatlik fillerde de izleyici sıkılmaya başlıyor. Uzunu-kısası derken bir süre beliriyor. Bugün ticari sinemalarda alışıla gelen bir saat yirmi dakika, bir saat kırk dakikalık filmler ortaya çıkıyor ve bunlara uzun metraj deniyor.
Süreleri, uzun metrajlılardan daha kısa olan filmler de “kısa film” diye sinematografik alanda isim buluyorlar. Ayrıca televizyonların da katkılarıyla orta format denen, 40 dakika süren diziler ya da 50 dakika süren belgeseller ortaya çıkıyor. Bu sınıflandırmalar, sonuçta yapıtların süreleriyle ilgili. Yani bir buçuk saatlik bir kısa film çekemezsiniz. Bir buçuk saatlik bir film çekip de “Bu kısa film.” diyemezsiniz. “Ama ben kısa film anlayışıyla hareket ettim.” diyemezsiniz. Çünkü kısa filmin gerçekten süre olarak kısa olması gerekiyor. Fransa’da bu süre 50 dakikanın altında diye tanımlanmış. Fransızlar 50 dakikadan kısa süren filmleri kısa film olarak kabul ediyor.
Ama bence kısa film, yani gerçek anlamda kurmaca türündeki kısa filmler 7-8 dakikalık filmler. Uzamaya başladığı zaman; 20-25 dakikaya doğru gittikçe anlatımın yapısı da değişiyor. Ayrıca gösterimleri ve dağıtımları zorlaşıyor. Çünkü kısa metraj filmlerin uzun metraj filmlerle gösterilmesi de tartışılıyor. Uzun metrajlı bir filmin önüne 20-25 dakikalık kısa film koyduğunuz zaman program çok uzuyor. Nedendir bilmiyorum ama, izlediğim kısa filmler içinde 5 -7 dakikalık filmler hep iyiye yakın çalışmalardı.
Soru: Süreyle içerik arasında bir uyum söz konusu?
H.E.  : Evet. Bakıyorsunuz, filmler 20 dakikaya çıktığı zaman giderek bildiğimiz alışılmış öyküler anlatmaya başlıyor. O zaman da uzun metrajın kısaları gibi oluyorlar. Öyle uzun metraj filmler var ki, bence çok iyi kısa film olabilir. Gereksiz uzun.Ya da öyle kısa metrajlı filmler var ki, biraz daha yeni sekanslar katsanız, uzun metraj olacaklar. Bunlar şu anda dünyada üretilen kısa filmlerin yüzde 80’i aslında. Birçok uluslararası kısa film festivaline konuk oldum. Gördüğüm kadarıyla kısa filmlerin yüzde 80’i uzun metrajın kısaları gibi. Sanıyorum bunun nedeni, kurmaca alanındaki kısa  filmlerin dünyanın hiçbir yerinde,  yönetmenine para kazandıramaması.
Sinema alanında gerçekten var olmak isteyen kısa filmciler uzun metraja öykünen kısa filmler yapıyorlar. 20-25 dakikalık filmler. Şunu göstermeye çalışıyorlar: Bakın ben bunu yaptım. İşte oyuncu yönetimi, dekor, ışık, açılar, karşı açılar... Gördüğünüz gibi bu işi beceriyorum.
Soru: Uzun metrajlı yaparım?
H.E. :  Evet.Uzun metrajlı da çekebilirim. Bir kartvizit ve bir referans olarak kullanılıyor. Örneğin bu durum Fransız sinemasında çok göze batıyor. Clermont-Ferrand Film Festivali’nde izlediğimiz filmlerde bu durum çok açık olarak görülüyordu. Hepsi öyküsü olan, düz anlatımı olan filmler. Yönetmenler sadece kısa film üreterek yaşamlarını sürdüremiyorlar. Kurmaca kısa filmde durma diye bir şey yok. Şu günlerde  “İstanbul Uluslararası Kısa Film Günleri” nin on dördüncüsünü yapıyoruz .Daha önce göstermiş olduğumuz filmlerin  VHS kopyalarından oluşan bir arşivimiz var. Video kasetleri arşivliyoruz ve yönetmenlerin isimlerini, filmlerin isimlerini yazıyoruz. Bilgisayar Excel programında bir özellik var. Her seferinde, yeni film eklerken, eğer o yönetmenin adını daha önce yazdıysanız, program otomatikman anımsıyor ve tamamlıyor. Anlıyorsunuz ki bu kişinin daha önceden arşive girmiş bir kısa filmi var. Bu duruma çok az rastladım. Festivallerde gösterdiğimiz film yönetmenlerinin, birkaç yıl sonra hala kısa film çektiğine pek rastlamadım açıkçası. Bu da gösteriyor ki ya uzun metraja geçiyorlar, ya da sektörün başka alanlarına kayıyorlar. Reklam sektörüne gidiyorlar, televizyon sektörüne gidiyorlar. Kısa filmleri fazlaca üretemiyorlar. 5-10 tane arka arkaya kısa film yönetmiş ya da kendini sadece kısa film yönetmeni diye adlandırabilen kimse yok. Bu ancak belgeselde oluyor. Belgesel, canlandırma türü film yapanlar zor da olsa para kazanabiliyor ama kurmaca türünde yapanlar için bu olanak nerdeyse sıfır.
Soru: Başarılı kısa film çekmek gerçekten çok mu zor ?
H.E. :  Kısa filmler gerçekten zeka işi, uzun metrajla ilgisi olmayan ürünler.
Uzun metraj filmde bir buçuk saat gibi bir vaktiniz var. Bu sürede seyirciyi filme bağlamak, ona bir şeyler anlatmak için zamanınız var. Oysa kısa 7-8 dakikalık filmde giriş yapacaksınız, seyirciyi bağlayacaksınız, anlatacağınızı anlatacaksınız, finali getireceksiniz; bu çok arıtılmış, çok daha süzgeçten geçmiş, iyi düşünülmüş görüntüler istiyor. Zeka, daha yoğun dikkat, daha fazla düşünce istiyor.
Diyelim ki yazın tatile gittiniz. Erkekseniz bir kızı, ya da kızsanız bir erkeği gözünüze kestirdiniz. Önünüzde bir 15 gün zamanınız varsa, kahvede rastlamazsanız yolda rastlarsınız, plajda olmasa bilmem nerde... Yani onunla tanışmak, ona kendinizi anlatmak, sevdirmek, adres vermek için vaktiniz var; 15 gün. Uzun metraj ona benziyor. Salondaki seyirciyi bir yerden kaçırdınız mı bir yerden yakalayabilirsiniz en azıdan.
Kısa filmde öyle değil. Kısa filmde birisiyle karşılaşmışsınız, ama o akşam da oradan ayrılacaksınız. Önünüzde 2-3 saat gibi çok kısa bir zaman var. Bu sürede derdinizi anlatacaksınız, dostluğunuzu kuracaksınız. Bütün birikimlerinizi aktaracaksınız. Yani kısa filmde zamanı çok iyi kullanmak ve seyirciyi hızla etkilemek gerekiyor. Bir kısa filmde 30 plan varsa, otuzu için de “O plan niye çekiliyor?” O insan yolda yürüyorsa niye yürüyor, yatıyorsa niye yatıyor, orada karşılaşıyorlarsa niye karşılaşıyorlar... Bunların çok iyi düşünülmüş ve kurgulanmış olması gerek. Bunu da başaran tabii çok az. Dünya çapında da çok az.
Soru: Sinema okulu öğrencileri ?
H.E. :  Sinema okullarından çıkan filmler de kısa film değil aslında... Öğrenci filmleri süre olarak kısa filmler ama gerçek anlamda kısa film değiller. Sinema okullarından genelde 20 dakikalık filmler çıkar. Bunlar öğrenci filmleri oldukları için kısa filmlerdir. Malzeme, zaman sınırlı olduğu için, uzun metraj çekecek süre, güç ve ekipman olmadığı için sinema okullarında bu filmler çekilir... Öğrenci etüd çalışmalarıdır bunlar
Soru: Bu filmler festivallere katılabiliyor mu?
H.E. :  Dünyanın çeşitli yerlerinde salt öğrenci filmlerini kabul eden festivaller  de düzenleniyor.
Çoğu kez biz de bu öğrenci filmlerine kısa film demek zorunda kalıyoruz. Çünkü onun dışında festivalleri besleyecek kadar kısa film bulunamıyor. Bir festivaldeki kısa film gösterimleri, o ülkenin ya da dışarıdan gelmiş çoğu sinema okulu öğrencilerinin filmleriyle besleniyor.
Bizde durum daha kötü tabii. Avrupa ülkelerinde bu işin ciddi sponsorları var. Örneğin bu yıl “İstanbul Uluslararası Kısa Film  Festivali”nde genç  bir Fransız yönetmen vardı. Eric Valette. Çok ilginç bir film yapmıştı. “ Birini Öldürmek Zordur...”  diye bir film; tam adını hatırlamıyorum. Onun söylediğine göre Fransa’da her yıl 500 tane destekli film üretiliyor. Film formatında, sinema formatında.
Soru :  Orada bir fondan aktarılıyor...
H.E.: Tabii. Örneğin UNIFRANCE var. Bir Fransız filminin sonunda, jenerikte TV kanallarının katkıları, Belediye katkıları, Kültür Bakanlığı katkıları, Valilik katkıları gibi bir sürü kurumun adı geçiyor. Ortalama 60-70 milyara mal oluyor bir on dakikalık kısa film. Bizde bu olanak yok. Söz gelimi, kısa film festivali için sponsor aramaya gittik. Şirketlerde halkla ilişkiler müdürleri var. Onlarla görüşüyorsunuz. Derdinizi anlatmaya, parasal destek istemeye gidiyorsunuz. Karşınızdaki insan kısa filmi bilmiyor. “Nerden çıktı şimdi bu?” diyor. “Ne işe yarar?” diyor. Neredeyse “Kahvaltıdan önce mi, sonra mı alınır?” diye soracak . Anlatamıyoruz.
Üç senedir Kültür Bakanlığı biraz destek veriyor. Ama şunu da vurgulamadan geçemeyeceğim: Kültür Bakanlığı, kısa filmi bundan birkaç yıl önce, sinemanın kuruluşunun 100. yıldönümünü  kutladığımız günlerde tanıdı. Bakanlık, kısa film diye bir şey tanımıyordu. Oraya bir kısa film senaryosu verdiğinizde “Filminiz kısa metraj film olduğu için desteklenmeye değer görülmemiştir.” yanıtını alıyordunuz.
Örneğin Nur Akalın. Kısa filmler çeker. Ona Kültür Bakanlığı’ndan gelmiş bir yazıda yanıt olarak “Mevzuatta kısa film diye bir şey yoktur. Size destek olamayız” deniyordu
Sonra sinemanın 100. yılında Kültür Bakanlığı “Evet, kısa film diye de bir şey varmış!” dedi. Ama çok da büyük destek veremiyor. Çünkü Kültür Bakanlığı’nın bütçesi de çok sınırlı; genel bütçenin binde biri. Kısa filme pek sıra gelmiyor. Bazen Kültür Bakanlığı’ndan mektuplar geliyor. “ Bakanlığımıza Meksika’dan bir yazı gelmiştir. Türkiye’den kısa film istiyorlar. İlgilenir misiniz lütfen.”. İlgilenelim ama onlar sinema filmi istiyorlar; 35 mm.lik film istiyorlar. Türkiye’de çok çok az yapılıyor böylesi filmler. Öğrencilerin çektikleri video filmler var. Sonra yut dışına gönderilecek filmlere altyazı da gerekiyor. Bu da ayrı bir masraf yönetmenler için.
Geçenlerde Fas Kültür Bakanlığı “Akdeniz Film Festivali” düzenlemiş. Türkiye’den de birkaç kısa film istemiş. Kültür Bakanlığı benim telefonumu vermiş. Aradılar. İki-üç tane 35 mm. film istiyorlar. Yok diyorum, “Siz bulursunuz bulursunuz, arayın!” diyorlar. Bunları örnek göstererek Kültür Bakanlığı’na “ Hiç olmazsa yılda 5-6 tane film üretilmesine destek verin ve bu filmler sizin arşivinizde dursun”dedim.
Soru : Gençleri  daha çok önemsemek mi gerekiyor ?
H.E.: Tabii gençlere yönelik çalışmalar aslında çok ciddi yatırımlar. Çünkü gelecek onlarla var olacak. İstanbul kısa film festivalline her yıl  yirmi kadar yabancı yönetmen geliyor. Bugün için önemsiz kişiler olabilirler. Üstünde bir kot pantolon, kız arkadaşını veya erkek arkadaşını alıp geliyor. Çok da güzel filmler çekmişler. Kenti geziyorlar. İnsanlarımızla tanışıyorlar. Sıcak ve kalıcı dostluklar kuruyorlar. Onlar bugün için önemsiz insanlar olabilir. Ama bu kişiler birkaç yıl sonra  o ülkelerin önemli yönetmenleri oluyorlar. Örneklerini görüyoruz. “Şarküteri” filmini çeken gençler daha önce bizim festivallerimize kısa metrajlarıyla gelmiş insanlar. En son filmleri ise “Ameli”.
Bu insanların ülkemizi görmeleri, en azından çekecekleri filmler için ülkemizi bir plato olarak düşünmeleri, ilişkileri önemli. Geçen yıl, 2001 de, iki tane İtalyan genç bayan yönetmen geldi. Ayrılırken, “Biz pek sevmezdik Türkleri!” dediler. “Ama  bugün için düşüncelerimiz çok değişti” Bu kişiler yarın ülkelerinde bakan oluyorlar, sanatçı oluyorlar, öğretmen oluyorlar. Bu insanların buraya gelmesi, bu buluşma çok önemli.
Soru :  Daha da geliştirilemez mi bu etkinlik. Daha çok konuk ağırlansa, daha değişik ülkelerden daha çok filmler gösterilebilse?
H.E.: İstanbul’da, bütçesi yaklaşık 200-300 milyar lira olan bir festival yapabilmeliyiz. Yurtdışındaki kısa film festivalleri, Montpellier, Clermont-Ferrand, Krakow gibileri, bizim İstanbul Festivali’nden çok daha  büyük organizasyonlar. Gençler bir araya geliyorlar, tartışıyorlar, konuşuyorlar . Ama oralarda ne yazık ki Türkler yok. Geçenlerde Polonya’da bir festivale jüri üyesi olarak gittim. Jüride Türk var, festivalde 100 tane film gösteriliyor ama bir tane Türk filmi yok. Kültür Bakanlığı’nın işi bu biraz; bütün dünyada bu böyle gidiyor, bakanlığın destek olması lazım.
Hep Avrupa’ya bakıyoruz oysa İran sineması da var. Bir film merkezi kurmuşlar. 4-5 katlı bir merkez oluşturmuşlar, bir yerlerden destek geliyor ve insanlar harıl harıl kısa film üretiyorlar.
Soru :  Sinema filmi mi çekiyorlar ?
H.E.:  Evet. Video da var tabii. Sinema filmi çekildiği zaman filmler biraz daha iyi oluyor gerçekten. Daha zor ve pahalı iş olduğu için insanlar daha çok özen gösteriyorlar. Yani  insan kısa filmine 30-40 milyar harcayacağı zaman daha özenli çalışıyor. Senaryosu üzerinde üç - dört ay çalışıyor. Oyuncu yönetimine, ışığa daha önem veriyor.
Video formatında başarılı olabilmek için video formatını bir anlatım türü olarak kabul edip, onun sinemasal olanaklarından yararlanmak gerek. İzmir’de Gürcan Keltek vardı, örneğin... O gerçekten filmlerini 35’lik yapamazdı; onun video yapması gerekiyordu. Çünkü efektler, geçişler, görüntüler bunu gerektiriyordu.... Biliyorsunuz “video art” diye başlı başına ayrı bir tarz var... Ethem Özgüven de, Bilgi Üniversitesi’nde şimdi öğretim görevlisi, video art türü çalışmalar da yapıyor. Pelikül üzerinde düşündüklerini gerçekleştiremez. Ya da çok çok zaman ve para gerektirir.
20 tane 35 mm. kısa metraj film seyrederseniz bunun ortalama 10 tanesi iyi oluyor, iyi olma şansı var. Ama 100 tane video film seyrederseniz bu sayının içinde en fazla 20 tanesi nitelikli oluyor.
Kısa filmcilerin, yaşamlarını sürdürebilmek için uzun metraja geçtiklerini söylemiştim. Çok sık olmasa da bazen tersi de oluyor. Uzun metraj film yönetmenleri kısa metraja dönüyorlar. Keyif için, kendileri için bağımsız filmler yapıyorlar. Birkaç yıl önce İtalyan hükümeti ünlü yönetmenleri çağırdı ve her yönetmenden bir kente ilişkin onar dakikalık kısa filmler yapmalarını istedi.
Candan Kirişçi:  Bizde örneği var mı?
H.E.: Örneğin Mustafa Altıoklar kısa film dünyasından gelen birisidir. Hırslıydı. Kısa filmler yaptı, uzun metraja geçti. Şimdi tekrar kısa filmler yapmak için kendisine projeler arıyor. Çünkü kısa film dünyası çok özel ve ilginç bir dünya. Tayfun Pirselimoğlu da kısa filmden geldi sonra uzun metraj yaptı. Şu an Türkiye’de de gördüğünüz uzun metrajcıların çok büyük bir bölümü kısa filmden gelmiştir. Bütün dünyada böyle zaten. Yeşim Ustaoğlu İFSAK sinema seminerlerine katıldı. Sinemaya orada başladı. Yeşim de aslında mimardır. Mutlaka sinema okulu da bitirmek gerekmiyor.
Kısa film arkadaşlık demektir. Konudan konuya geçiyoruz belki ama, örneğin uzun metraj film festivallerinde hep gerilim olur. Çünkü orada alınacak ödüller filmin ticari sinemalardaki rantını arttıracaktır. Kimin filmi birinci olursa, sinemalara festival birincisi diye girecek ve gişe yapacaktır. Halbuki kısa film festivallerine gidiyorsunuz; oralarda dostluklar, arkadaşlıklar, o gençlerin birlikteliği var... Aralarında ticari rekabet olmadığı için, o ortam çok daha farklı .
Candan Kirişçi:  Kısa film daha çok  amatör sinemaya yakın.
H.E. : Çok doğru. Kısa film, amatör sinemaya çok elverişli bir alan. Bence en önemli özelliklerinden bir tanesi de o. Sanat ve kültürden herkesin pay alması gerekiyor. Örneğin spordan sadece çok ünlü futbolcular, çok ünlü atletler yararlanmamalı. Diğer insanlar da spordan pay alabilmeli. Müzikle sadece çok ünlü kompozitörler ya da profesyonel müzisyenler değil, dileyen tüm insanlar uğraşabilmeli. İnsanlar kendileri için piyano çalmayı, keman çalmayı öğrenebilmeli, bunu bazı yerlerde sunabilmeli. Herkes ünlü olmak zirvede olmak zorunda değil. Paris’te 1973 öğrencilik yıllarımda, sadece 6.  bölgede 4-5 tane amatör sinema kulübü vardı. Gençler 8mm lik kameralarla ailelerini, sokaklarını filme alıyor. Bunları gösteriyorlardı. Üzerinde konuşuyorlardı.
Ben gençliğimde, ne yazık ki böyle bir grup içinde çalışma şansı bulamadım Çünkü böylesi merkezler yoktu. Hala da yok sayılır. Eskişehir’de sobalı bir evimiz vardı; salonda soba yanar, diğer odalar buz gibi olurdu. Benim küçük bir montaj masam vardı, battaniyenin altında, sadece yüzüm açıkta film montajlardım. Ekran karanlıktır, kare gözükmez, ileri alırsınız, geri alırsınız...
Halkevlerine gittim. Çankaya Halkevi vardı; tam Meclis’in yanında. İki katlı bir bina... “Size film yapayım!” dedim... 23 Nisan’da bir köye  gidildi, Çankaya Halkevleri başkanı konuştu. Ben de biraz köy görüntüleri olsun diye koyunlar, kuzular çektim, geldim. Montajladım. Fakat ses ayrı kanaldan veriliyor, görüntü ayrı kanaldan... Yani bir makineyle film gösteriyorsunuz, ötekinden ses geliyor... Filmi hazırladım, herkes toplandı. O zaman da film gösterimleri fazla yok. Benim senkron bir kaçtı.Çankaya Halkevi başkanı konuşuyor, görüntüde inekler falan...
Dediğim gibi, sinemada sadece profesyoneller pay alacak, sadece onlar film yönetecek diye bir şey yok. Sinema gençlere çok yakın bir sanat dalı, çok sevdikleri bir sanat dalı. Gençlerin pay alabilmesini sağlayacak ortam da kısa metraj ve amatör sinemadan geçiyor. Bu alanların çok diri tutulması ve desteklenmesi gerekiyor. Sinemayla  amatörce uğraşan insanların profesyonele geçmesi de gerekmiyor. O keyfi yaşamak, genel kültürünü geliştirmek, toplumsal bilinci ve sosyal düzeyi yukarı götürmek, konusunda sorumluluk almak, bu tür sivil toplum örgütlerinde varlık bulabiliyor.Örneğin İFSAK fotoğraf bölümüne gelip fotoğraf çeken çoğu amatörün, bazı profesyonellerden daha iyi fotoğraf çektiğini biliyorum. Bizde öyle bir anlayış var. “İyidir, ama amatördür!” deniyor. Amatörlük acemilik, beceriksiz anlamında kullanılıyor.
Soru: Ama iyi tarafı da var. “Amatör tarafını kaybetmemiş.”      
H.E. : Onu söylerler. Ama genellikle “Ben çok amatörüm!” cümlesi, “Ben çok beceriksizim, bu işe yeni başladım” anlamında kullanılır. Halbuki, amatör bir işi mesleğinin dışında, gelir elde etme amacı olmaksızın yapandır. O bakımdan kısa filmin amatör sinema içindeki yeri çok önemli, bunun diri tutulması için de mutlaka bir yerlerden destek görmesi gerekiyor.
Eskiden işler biraz daha zordu, özellikle kurgu çok zordu. Video kameranın çıkmasıyla kolaylaştı. Şimdi kurgu dijital ortamda da yapılabiliyor. Yani yetenekli kişilerin ortaya çıkması biraz daha kolaylaştı. Eskiden parası olan kendini gösterebiliyordu. Bugün gençler 10 kişilik bir grup kursalar, bir 200’er 300’er milyon para verseler bir kamera alırlar, bir ayak alırlar, bir yerden üretime başlarlar.
İFSAK Kısa Film Yarışması’nı başlattığımız ilk yıllarda, 1978 yılında, hiç film bulamadık. Bekliyoruz bekliyoruz film yok. Berrin Uyar diye bir arkadaşımız vardı, Mimar Sinan Üniversitesi’nde, bir çizgi film yapmıştı. Fırçalarla yapılmış bir animasyon. Onu aradık. Filmini istedik. Animasyon dalında ödül de verdik. Zaten bir tane animasyon film vardı.Toplamda 3 filmi zor bulmuştuk. Bugün artık film elemede zorluk çekiyoruz. Okulların da etkisi var, çok fazla film üretiliyor.
Soru: Sinematek’le ilginiz oldu mu?
H.E.: Sinematek’le ilgim pek olmadı: Ben geldiğimde sinematekçiler dağılmıştı. İstanbul’a geldiğimde Onat Kutlar yerini Vecdi Sayar’a bırakmıştı. Bilet aldık ama hiçbir gösteri izleyemedik. Biletler elimizde kaldı. Hisar film yarışması vardı, ona bir film hazırladım.. Ben de o zaman üniversitedeydim. O filmi çekerken gözaltına alındım. Filmin adı “Şehrin Ortasında Bir Gün”dü. Bir gençle daha küçük bir çocuk biri 5 öteki 18 yaşlarında, sabahleyin şehre geliyorlar. Küçük çocuk Kızılay’da oturup dileniyor, büyük çocuk da çöp karıştırıyor. Arada bir küçük çocuğu dilenirken gösterirken, renkli olarak okulda arkadaşlarıyla gösteriyor. Büyük çocuğu da kız arkadaşı ile... Paralel kurgular var. Gece karanlık çökerken de bunlar şehirden çıkacaklar. Ankara’yı bilir misiniz, bizim ev tam Mesnevi sokaktaydı. Mesnevi sokakta da Rus Konsolosluğu vardır. Etraf sivil polis kaynıyor. Filmde çocuk tam geliyor, çöpü karıştırıyor, başını kaldırıyor, camda kardeşini görmüş gibi oluyor, başını indiriyor, inanamıyor, başını tekrar kaldırıyor, bakıyor ki cam boş. Öyle bir düş sahnesi var..Üçgen merdivenler koyduk, elimde de küçücük kurmalı bir makine var. “Ali gel” diyorum, geliyor, çöpleri karıştırıyor, biz çekiyoruz siyah beyaz. Bir sahne var, araba çarpacak çocuğa, arabanın içinden de kendisi çıkacak. İşte kendimce bir senaryo yazmışım. Tam öbür sahneye gideceğiz... Amerikan filmlerinde olur ya, arabalar geldi, insanlar çıktı, “Kımıldamayın!” falan... Elimizde kamera kalakaldık.
Herhalde  oradan “Burada milli rejime aykırı birşeyler yapılıyor!” diye haber vermişler. Bizi aldılar. 71’ler falan; 12 mart öncesi. Annem ağlıyor camda. Çok ciddi sorgulamalardan geçtik ayrı odalarda. Kimsiniz, nesiniz, casus musunuz, dayak yemedik allahtan... Çünkü Ali’nin babası komisermiş. Sonra bizi serbest bıraktılar.
Babam geldi. Babam da memurluktan  atılmaktan korkuyor haklı olarak, “Oğlum, bizim böyle yerlerde bezimiz yok, sen ne yapıyorsun?” dedi.
Peşimizde epeyce dolaştılar bu adamlar... Baktım filmi bitiremeyeceğim; bir senaryo yazdım, sansür heyetine gönderdim: Bu çocuk dilenmektedir, fakat zengin bir adam bu çocuğu görür ve onu topluma kazandırır. Biz bu sahneleri çekiyorduk, böyle bitecekti dedim. Mutlu son falan. Aslında amatör film çekmek için izine de gerek yok. Uzun süre geçti, bana bir yazı geldi. “Teklifteki senaryonuzun, milli rejime aykırı ideoloji propagandası maddesine göre reddine, çekilmemesine karar verilmiştir.” diye. Sonra bir-iki hafta sonra, yeni bir yasa yayınlandı. “Bundan sonra amatör film çekilse bile, konusu varsa izin alınacaktır”. O film kaldı
Biz hala film çekerken bir takım zorluklarla karşılaşıyoruz. Mesela İstanbul’da film çekerken... Parasını kaçak işlerden kazananlar çok fazla ya... Karaköy’de film çekiyorsun, hemen üstüne geliyorlar, “Ne çekiyorsun?” diyorlar. Adam köşede tezgah kurmuş kaçak saat satıyor, filmleri çekilsin istemiyorlar, üstümüze yürüyorlar.
Özellikle belgesel çekerken, izin almak gerekiyor. Yıldız Parkı’nda mı çekeceksiniz; Parklar Müdürlüğü’nden izin gerekiyor. Beyoğlu’nda, tramvayda mı çekeceksiniz, izin alacaksınız. Yani izin almadan gitmemek gerekiyor.Bir de senaryoyu istiyorlar. Hatta biz geçen gün  öğrencilerle bir sitede film çekiyorduk. Oyuncu aparmandan çıkacak, o kadar... Belgesel falan değil, kurmaca film. Hemen sitenin polisleri geldi bu kez. Başka yerde çektik. Her yerde denetim var. İşte böyle Türkiye’de kısa film ve çekimler...
Soru: Biz de giderek artan sayıda sinema okulu açılıyor galiba. Bu okullardaki alt yapı ve eğitim düzeyi nasıl ?  
H.E. : Birkaç yıldır TÜRSAK’ta sinema seminerleri düzenliyoruz. 3 ay boyunca hafta sonları 4 saat ders veriyoruz, hafta arası yok. İnsanlara sinemayla ilgili bir şeyler öğretebiliyoruz.. Işık nedir, kamera nedir, açılar, karşı açılar nedir... Bunu biraz daha zorlasak, her gün ders yapsak sinemanın temel ilkelerini ve film çekebilme becerisini insanlara bir yılda, bilemediniz iki yılda öğretiriz. Sinema okullarımıza gelince; aslında sinema okullarımızda özellikle yönetmen, yönetmen yardımcısı çıkaran okullarımızda dört yıldan geri kalan iki yılda o insanların kendi sinemasal dillerini, yaratmaları için bir fırsat tanınmalı. Öğrenciler kendi sinemasal anlayışlarıyla, tarzlarıyla okul bitirebilmeli.
Bazı okullarımızda iyi, nitelikli filmler yapılıyor. Çok eleştirilecek filmler yapmıyorlar ama izlediğinizde bunları hep aynı yönetmenin çektiğini düşünüyorsunuz.... Yönetmen göremiyorsunuz. Çünkü öğrenciler öğretmenlerin, not verdikleri standartlara göre filmler çekmeye yoğunlaşıyorlar; o zaman da “benzer” filmler ortaya çıkıyor.
Çoğu eğitim kurumunda ise alt yapı hemem hemen hiç yok; gençler kendi kendilerine çabalıyorlar. Gün oluyor çok iyi şeyler de çıkıyor ama bu tamamen rastlantısal; eğitimsel sonuç değil. İlginçtir, sinema okulu öğrencilerine kısa filmci derseniz kızıyorlar, istemiyorlar. Yarın öbür gün  iş ortamına girdiklerinde kısa filmci diye anılmaktan çekiniyorlar.
Sinema eğitimi alanında  dünyaya göre oldukça gerilerdeyiz. Bu öncelikle ekonomik koşullardan kaynaklanıyor çünkü sinema eğitimi çok pahalı ve zor bir eğitimdir. Dünyadaki sinema okulları az öğrenci alıyor; on tane, on beş tane öğrenci alıyor. Pahalı bir eğitim gerçekten; altyapı, film, malzemeler gerekiyor... Üniversitede bir sinema bölümü açarken bu altyapıların da olup olmadığına dikkat etmek gerek, çünkü gençler üniversiteye girerken, gerçekten çok çaba sarf ediyorlar,  çok zaman ve para harcıyorlar. Üniversiteye girdikleri zaman, onlara değer oldukları altyapıyı vermek gerek. Onları düş kırıklığına uğratmamak gerek. Okulların sinema bölümlerine giren geçler “Üniversitenin bize verdiği tek şey, sinemayı seven insanlarla tanışmak oldu.” diyor. Gerçekten üniversitelerin çoğunda altyapı ve uzmanlaşma yok. Bir de ders verecek kadro sıkıntısı var sanıyorum. Bu da öğrencilere yansıyor. Öğrencilerden de kısa filmlere yansıyor.
Soru: Türkiye’de kısa film değince kimler akla geliyor?
H.E. : Nur Akalın vardı, bir ara Mimar Sinan Üniversitesi’nde okudu ve büyük bir özveriyle kısa filmler yaptı. Reklam şirketlerini dolaşıyordu, parça filmler buluyordu. Bir isimdi mesela o. Ondan sonra Nuri Bilge başladı, o da çabuk uzuna geçti. Ahmet Uluçay var; Kütahya Tavşanlı köyünden. Önemli bir olay çünkü köyden çıktı ve arkadaşları ile çok iyi de filmler yaptı. Her şeyleri de kendileri hazırladılar, kameraları falan kendileri yaptılar. İlker Canikligil vardı, şimdi Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyor. Ethem Özgüven var. Belmin Söylemez var. Örneğin Belmin gerçekten peşpeşe çok iyi şeyler yaptı. Şaşırtıcı; belgesele geçiyor orada iyi şeyler yapıyor, kurmacaya geçiyor orada iyi şeyler yapıyor, çok iyi  deneysel filmleri var.Her türde çok başarılı. Böyle birkaç tane ismimiz var.
Soru: Bir araya gelebildikleri yerler var mı ?
H.E. : Hayır. İstanbul’da alt yapısı güçlü bir merkez yok, bir kaynak yok, arşiv yok. Örneğin “Portekiz Kısa Film Ajansı” diye bir ajans var.  Orda yaşlı başlı adamlar her gün işe geliyor, oturup tam gün çalışıyorlar. Kısa filmleri organize ediyorlar. Daha önce, Yunan filmleri çok kötüydü. Ya insanı hapse atın ya da Yunan filmi seyrettirin. Ama birkaç yıldır “Greek Center” diye kurum oluştu, çok iyi filmler çıkmaya başladı. Fransa’da “Agence du Court  Metrage” var.Bu profesyonel merkezler filmleri topluyorlar,  arşivliyorlar ve gereksinimi olan yerlerle muhatap oluyorlar.
Türkiye, yabancı bir ülkeden kısa film istediği zaman, o merkezlere başvuruyor ve onlar da festivalin niteliğine uygun filmi arşivinden seçip gönderiyor. Yanında yönetmenleri de gönderiyor. Hem kendi kültürünü tanıtmış oluyor hem de gençlerinin başka insanlarla tanışmasına olanak sağlıyor. Bu iş başka türlü olacak gibi gözükmüyor. Biz ülke olarak ne yazık ki bir adım öteye gidemedik, tek başına benim çabalarım da yeterli sonuç vermedi çünkü üretime yönelik bir şeyler yapmadık. Yarışmalar düzenledik, ya da çekilen filmleri gösterdik ve ödüllendirdik. Hazıra konma ve onları gösterme konumundaydık. Nitelikli bir organizasyon işi, bizim tek başımıza çözemeyeceğimiz kadar kapsamlı ve pahalı bir program gerektiriyor.
Gençlerimizde de suç var. Ancak kendi bireysel sorunları olduğu zaman ortaya çıkıyorlar,  Örneğin, “kısa film web” sayfasında festivallerle ilgili haberler bulunuyor. Her festival haberinin altında “organizasyonla  ilgili görüşlerinizi yazın” deniyor. Şimdiye kadar bir tane bile görüş gelmedi. Olumlu ya da olumsuz yorumu bırakın, dertlerini anlatma  zahmetine bile katlanmıyorlar. Haklarına sahip çıkmıyorlar. Biraz da bastırmak, talep etmek gerekiyor. Yoksa kendi kendine de bir şey olmuyor. Web sayfasında bir de “kısa film mail”grubu var. Grup üyeleri geçen sene “Toplanalım” dediler. 20 kişilik bir  grup görüşme kararı aldı. Sonra birisi dedi ki, “Cumartesi günü AKM’nin önünde buluşalım.”. Başkası “Sen kim oluyorsun da karar veriyorsun? Niye cumartesi, niye AKM? Ben Kartal’da oturuyorum; neden Kadıköy değil?” diye karşı çıktı. Bir başkası, “Benim cumartesi annemin doktorda işi var, neden pazartesi değil?”dedi. Ve onlar toplanamadan dağıldılar.
TÜRSAK seminerlerinden birinde 50 tane öğrencimiz vardı, bitirdiler, belgelerini aldılar. Baktım, onlar da bir grup oluşturmuşlar. “Buluşalım.” diyorlar. Yine aynı senaryo... O kişiler de bir araya gelemediler. Daha sonra buluşmuşlar, ona da 3 kişi gelmiş; dağılmışlar. İnsanlar bir araya gelmek konusunda büyük sıkıntılar yaşıyorlar. O bakımdan herkes kendi düzenini kurmak, zorunda., Gençlerin kendi hedefleri doğrultusunda biraz çaba sarf etmeleri, geleceklerine sahip çıkmaları gerekiyor. Boğaziçi Üniversitesi’nden geçen sene bir film Cine 5’te de birinci olmuştu. “Otuz dört” isimli. Sonradan başka bir film daha çektiler. Böyle gruplar oluşturulmalı. Çünkü film çekmek çok keyifli bir iş, ortaya bir ürün çıkarmak çok güzel...
Yurtdışında kısa film yapanlar oyuncu olarak tiyatro okulu öğrencilerini alıyorlar. Bu genç tiyatro öğrencileri  için de bir deneyim oluyor.
İzleyici: Burada da gönüllüler var tiyatro yapan, Şehir tiyatrolarında sinemaya geçmek için.
H.E. Tabii var. Aslında çok büyük paralar gerekmiyor, “Altyapı yetersiz, para yok...” denmesine de inanmıyorum. İstek çok önemli, istenirse yapılabilir gibi geliyor.
TRT’nin destek verdiği bir “Genç Sinemacılar Projesi” var. İyi bir destek. Ancak, TRT’nin vereceği destekle çekeceğiniz film de onların isteklerine uygun olacak. İntihar olmayacak, cinsellik olmayacak, kız ve erkek uslu uslu oturacak. Aslında şimdi TRT de kendini aşmaya başladı.. Eskisi kadar keskin değiller artık. Üretime yönelik benim şu anda aklıma gelen sadece TRT’nin verdiği o altyapı desteği. Kamera, montaj olanakları, kameraman, ışık veriyorlar. Bu pek de küçümsenecek bir destek değil. Bu proje TRT de  biraz da rastlantısal başladı. TRT ‘betacam’e geçince elinde 15, 16 ve 35 mm.lik filmler kaldı. Ne yapalım ne yapalım diye düşünürlerken “ Filmleri şu çocuklara verelim de bir şeyler çeksinler!” diyerek genç sinemacılar projesini başlattılar. Bu gün artık aramızda bulunmayan sevgili Lütfi Özalay’la başladı. Cine 5 de yarışma düzenliyordu, ödül alan filmleri gösteriyordu. O projeyi sürdürürler umarım. Keyifli ve gençleri yüreklendiren bir girişimdi.
Soru: Durum bu denli kötümü sahiden. Dernekler  var. Oralara niye gitmiyorlar ?
H.E. : Örneğin, geçtiğimiz yıllarda belgeselciler bir araya geldi. Toplantılara ben de katıldım. Orada “Belgesel film budur, iyi film şöyle olur! O yönetmenin yaptıkları film değildir!” türünde sonu gelmeyen tartışmalar yaşandı. Konuşanlar, kendi sinemasal anlayışlarını herkesin kabul etmesini istediler. Halbuki, birliği kurarsın, onun içinde değişik tür ve fikirde film üreten insanlar yer alır. Örneğin Can Dündar, belgeseli televizyon formatında üretiyor ve valiz belgeseli (yani toplama filmlerden) yapıyor. O da bir tür.. Başkası başka türde yapıyor. Öbürü daha eğitsel belgeseller yapıyor. İyi film budur deyip birlik içerisinde insanları bir kalıba sokamazsın. Sen o yönetmenin  filminin arşivlenmesini, gösterilmesini, dağıtılmasını sağlarsın. Başka türlü birlik olmaz. Olsa olsa küçük bir grup olur.
İzleyici: Siz yurt dışında mı eğitim gördünüz ?
H.E: Evet.Yurtdışına gittiğim zaman Türkiye’de sinema okulu yoktu. Sadece Ankara Siyasal Bilimler Fakültesi’nde teorik bir sinema dersi vardı.... IDHEC’in sınavlarına da girdim. Birinci sınavı geçtim, ikinci sınavı geçemedim. Zaten gidemezmişim; çünkü ailemin yolladığı para Paris’teki oda kiramı bile karşılamıyordu. Ailem öğretmendi. Çalışmak zorunda kaldım; gündüz çalışıyordum, gece sinema okuluna gidiyordum.
Hacettepe Fransız Edebiyatı’nı bitirdim, Bitirdikten sonra sinema eğitimi için yurtdışına çıkmak istedim. O zamanlar dolar yasaktı, cepte falan dolar bulundurulamıyordu.  Yurtdışına gittiğinizde ailenizin size para göndermesi için Merkez Bankası’ndan izin alınıyordu. Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurdum ama “Sinema eğitimi diye bir şey yok! Sinema eğitimi yapamazsın, Fransız Edebiyatı’nı bitirmişsin, onda master yapabilirsin. Yurtdışına da ancak master yapmak için çıkabilirsin”. Dediler. “İyi”dedim, “master yapacağım”.
Fakat master yapmak için okul bulmak gerekiyor. Hacettepe’den bir hocamı buldum. O da bana Sorbonne’da yalvar yakar bir hoca buldu. Fransız çağdaş romancı var; Claude Simon. Onun “ L’herbe” isimli romanı üzerine zorunlu bir master yaptım. Ders zorunluluğu yoktu; evde yazıyor, okula götürüyordum.
Üç sene gece 3’te yattım, sabah 6’da kalktım. Gündüz bir terzinin yanında çalışıyor, ayak işlerine bakıyordum. Dağıtıma gidiyordum, yer siliyordum, çay getirip götürüyordum. Yani hem para kazandım, hem okudum.
Derslerim de iyiydi; sıkı çalışıyordum. Okul Saat 23’de falan bitiyordu, 23’den sonra da gelip master çalışıyordum. 1976 da Türkiye ye döndüm.
Soru:  Şu anda daha çok belgesel mi çekiyorsunuz?
H.E. Mesleğim bu; bir şirketimiz var, belgeseller, tanıtım filmleri, tanıtım fotoğrafçılığı yapıyoruz Gençken yaptığım kısa filmler var; öğrenci iken. 1977 de, Türkiye’ye dönünce İFSAK çatısı altında kısa filmle ilgilendim. Bir kısa film arşivi oluşturduk. Yarışmalar ve festivaller düzenledik.
Soru: Arşiviniz nerede duruyor?
H.E. Bir kısmı İFSAK’ta, bir kısmı bende duruyor. Çoğu VHS’de, çok azı da Betacam’da. Türk filmlerini, öğrenci filmlerini İFSAK’ta tutuyoruz, yabancı filmlerin video kopyalarını ben saklıyorum. İsteyenlere, belirli ilkeler doğrultusunda ve yönetmenini bilgilendirerek gösterim için veriyoruz. Gönül isterdi ki birkaç katlı bir merkezimiz olsun. Profesyonel bir kadro görev yapsın. Bu iş gönül ile olacak iş değil. Bu kadar oluyor; fazla bir şey yapamıyoruz. Özellikle yabancı ülkeler,  bizden bilgi ve film istedikleri zaman çok yetersiz kalıyoruz. Sanıyoruz ki, yabancı dergilere ilan vererek kendimizi tanıtacağız. Türkiye tanıtma fonunun bütçesini, çoğunlukla paralı ilanlara harcıyoruz. Turist gelsin diye gazetelere ilan vermekle, reklam filmi yapmakla olmuyor bu iş. Sanat etkinliklerinin desteklenmesi gerek,  ciddi politikalar üretmek gerek, geleceğe yatırım yapmak gerek. Ama görüldüğü kadarıyla kimsenin umurunda değil.Biz yıllardır Fransız Kültür Merkezi ve İtalyan Kültür Merkezi. sayesinde festival yapıyoruz. Bize salonlarını veriyorlar. Diğer konsolosluklar da yardımcı oluyor. Filmleri ücretsiz olarak taşıyorlar. Buradan hepsine bir kez daha teşekkür etmek istiyorum.
Soru: Peki, bütçe de veriyorlar mı?
H.E.  Bütçe vermiyorlar ama örneğin İtalyan Kültür merkezi açılış kokteylimizi yapıyor, makinist parası veriyor. Fransız Kültür Merkezi basın toplantısının kokteylini yapıyor. Afişin parasını veriyor. Bir hafta boyunca salonlarını açıyorlar. Çok büyük bir çaba. Son üç yıldır desteğini esirgemeyen Kültür Bakanlığımızı da unutmamak gerekir. Onlar olmasa yapamayacağız.
“Kısa Filmciler Derneği” geçenlerde  kısa film günleri yaptı. Taksim’de Metro A.Ş nin salonu varmış, bir kısım filmi orda gösterdiler. Bir filmde seslerle anlatılan sevişme sahnesi var; görüntü yok. Baş roldeki kişi, çocukluğunu hatırlıyor. Salonda filmin ortasında ışıklar açılıyor, film yarım bırakılıyor, o salondaki bütün gösterimler iptal ediliyor, insanlar salondan dışarı çıkarılıyor. Biz konsolosluk salonlarında gösteri yaptığımız için bu tür baskılar yaşamıyoruz.. Herkes oturuyor, her türlü filmi seyrediyor ve gidiyor. Bizimkilerden bir  salonunu istesek, “ Ne göstereceksin, politik mesaj var mı, Türk milli rejimine aykırı mı, bayrak dalgalanıyor mu? ” gibi sorularla karşılaşa biliyoruz. Çok zor oluyor.
Soru: Yurt dışından gelen konuklarınızın yol parasını kim ödüyor?
H.E. Konsolosluklar ödüyor. Yol paralarını onlar karşılıyor, diğer masrafları da Kültür Bakanlığı’ndan gelen yardım ile kapatmaya çalışıyoruz..
Soru: Firmalar sponsor olmuyor mu size?
H.E. Halkla ilişkiler müdürleriyle görüştük. Anlamıyorlar. Sponsor olayına gittiğimiz zaman anlamsız sorularla karşılaşıyoruz. Ellerinde bir kağıt kalem, siz anlatırken sıkıntıdan  resimler çiziyorlar. Bizim istediğimiz paralar 5 milyar, 10 milyar.
Soru:  Bizler gibi insanlar için çok büyük para ama onlar gibi insanlar için aslında son derece cüz’i tutarlar...
H.E.. Biz para bulsak da bulmasak da “İstanbul Uluslararası Kısa Film Günleri”ni yapıyoruz. Öyle bir geleneğe oturttuk. Çünkü gençler çok büyük bir ilgi gösteriyorlar. Tüm seanslar, tüm salonlar doluyor. Onlar bu beklentilerini sürdürdükleri sürece, bizim de gücümüz yettiği sürece bu işin devamını getirmeye çalışacağız. Çünkü inanıyoruz ki, dünyanın değişik ülkelerinden getirdiğimiz nitelikli kısa filmler, bizim gençlerimize yol gösterecek, onların sinemasal kültürlerini geliştirecektir. Yabancı konuklarla oluşturdukları tanışıklıklar, dünya insanı olma yolundaki beklentilerine katkı sağlayacaktır.
Candan Kirişçi: Çok teşekkür ediyoruz.

Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi 10.05.2002

 
İçeriğe dön | Ana menüye dön